16 Kasım 2010 Salı

Nostalji 1: Kiralık Konak üzerine Üstün Akmen yazısı

SİYASAL, TOPLUMSAL VE AHLÂKSAL BİR ÇÖKÜŞÜN ÖYKÜSÜ: “KİRALIK KONAK”

ÜSTÜN AKMEN

Merhaba Özdemir Abicim.

Ne özlemişim seni! Geçen hafta pazartesi akşamı “2005 – Afife Tiyatro Ödülleri”nin dağıtıldığı törende özlem gideremedik, ama olsun. Birkaç dakika görüşebilmek dahi benim için önemliydi. Zaten o kalabalıkta kimi gördüm, kimi göremedim, vallahi ayırtında değilim. Ödül alanların çoğunu kutlayamadım bile. Sunucu fiyaskosunun dedikodusunu bile ağız tadıyla yapamadık. Ama Canan Göknil, nasılsa nasıl, geldi buldu beni. Eksik olmasın. Hani sonradan: “Yahu, senin kaşın gözün kalkmış, ben senin bu halini bilirim, pek iyi halin değildir bu halin, ne bu halin,” diye sordun ya!.. Aynı soruyu Dostum Alev (Uçarer) de sorunca, İtalyan Lisesi’nde sınıf arkadaşım Houte Couture Vural (Gökçaylı) da yineleyince “hal-i pür melâlimi arz etmek caiz oldu”.

CANAN GÖKNİL, “ADAB-I MUAŞERET” DERSİ VERİR, AMA ALMAZ

Canan Göknil o hengâmede, anadan doğma babadan olma görgülü olduğunu ima ile, benim kendisine görgü dersi veremeyeceğimden söz etti. Neymiş olay? “Haybeden Gerçeküstü Aşk” oyununu değerlendirirken (Tiyatro… Tiyatro Dergisi – Mart 2005, Sayfa 8) Canan Göknil imzalı kostüm tasarımına sıra geldiğinde: “‘Kadın’ın balayı dönüşü giydiği pointillé” şifon elbiseye takıldım. Tam bir “robe de soir”. ‘Kadın’, kokteylden ya da akşam yemeğinden mi geliyor; yoksa uçaktan, trenden, otomobilden inmiş, balayı yolculuğundan mı dönüyor,”demişim ya, meğer bu hiddet ve bu celâl ol nedendenmiş. “İsterseniz bir gün bir yerde oturup tartışalım. Burası bu tartışma için uygun bir ortam değil,” dedim, dedim demesine de, herhalde benim bilemediğim yeni görgü kuralları çıkmış olmalı ki, sağına soluna doğru “müstehzi tebessümüyle” salınarak, benim kendisine görgü dersi veremeyeceğim yolundaki fetvasını yeniledi. Yahu Özdemir Abi, şu “eleştirmek” eylemini kimileri neden“elleşmek”le karıştırıyor, vallahi anlamıyorum, anlayamıyorum. Yani, bir oyunu izledikten sonra, oyunun yaratıcılarıyla, alışverişte alanla satanın birbirlerinin elini tutup sıkarak uzlaşmaları gibi yapmaya mecbur muyum? İllâ da Hıncal Uluç gibi: Kız Canan… (Göknil) o ne şirin kostümler öyle.. Beni de giydirsene!.. (Sabah – 5 Şubat 2005)” mi demeliyim? Canan Göknil, uçakla, trenle, vapurla, otobüsle, her ne ileyse ne, gittiği gezi dönüşlerinde şifon elbise giyiyorsa, bana ne! Tiyatro sahnesindeki tasarımını eleştirirsem ona ne! Bu tür bir eleştirinin “görgü dersi” vermekle almakla ilgisi, ilişkisi ne!

GELELİM KONAĞIN KİRALANMASINA

Neyse! İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı “Kiralık Konak”ı göreli epey oldu. Malûm, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ilk romanı. Her ne kadar “Yaban”ın popülerliğinin gölgesinde kalmışsa da, işlediği dönemin olgularını ve batılılaşma sürecinde kuşaklar arasında yaşanan çelişki ve çatışmaları gözler önüne sermesi açısından, hem Yakup Kadri’nin, hem de Türk romanının en önemli yapıtlarından biri olarak tanıtıldı bizlere. En azından ben öyle bilirim. Zaten yanılmıyorsam sen de bir kitabında aşağı yukarı aynı sözleri söylemiştin, anımsıyorum. Bu önemli yapıtı Tarık Günersel, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları için sahneye uyarlamış.

Oyunun matine gösterisine gittim Özdemir Abi. Allah seni inandırsın salon “full”. Lise öğrencileri koltukları doldurmuş. Vazgeçtim oyun dergisinden, distribüsyonun fotokopisi bile yok. Öğrenciler, haydi diyelim ki Yakup Kadri’yi biliyor. Ama hiç mi oyunu kim sahneye uyarlamış, yaratıcı kadro kimlerden oluşuyor, sahneye koyarken neler düşünmüş, kimler oynuyor merak etmezler! Etmesinler efendim, nelerine gerek, oturup koyun gibi seyretsinler. Öğretmen de, bir gün sonra “kompozisyon” ödevi verir, “müfredat” programı işler, olur biter. Televizyon programına çıkan, gazetelerde, dergilerde köşe tutan kimi ÇÜK’lerse (Çok Ünlü Kişiler), çocuklarımızın, gençlerimizin tiyatroya gitmediklerinden yakınmalarını sürdürürler.

OYUN NEYİ ANLATIYOR YA DA ANLATMAK İSTİYOR

“Napacağız şimdi” diye düşünürken oyun başladı. Anlatılan olayların yaşandığı dönem, II. Meşrutiyet yılları. Yakup Kadri, daha işin başında eski ve yeni devirler arasındaki farklılıkları sıralamaya başlıyor: “…zamanlar artık eski zamanlar değil, iki sene içinde pek çok adetler değişti ... “, “…İstanbul’da iki devir oldu: Biri İstanbulin, diğeri redingot devri...”, “…Osmanlılar hiçbir zaman bu İstanbulin devrindeki kadar zarif, temiz ve kibar olmadılar...“. Gene hemen başlarda, olayların baş kahramanı Seniha’nın (Sevinç Erbulak) dedesi olan Naim Efendi (Toron Karacaoğlu), damadı Servet Bey (Tarık Şerbetçioğlu) ve kızı Sakine Hanım’ın (Binnur Şerbetçioğlu) birbirleriyle ve çevreleriyle ilişkileri eski-yeni karşılaştırması dahilinde anlatılarak, İstanbul’un sözü edilen bu iki devri seyirciye aktarılıyor.

BAKALIM TARIK GÜNERSEL FOTOĞRAFI NASIL ÇEKMİŞ

Tarık Günersel, romandaki: “Naim Efendi, yeni sazdan, yeni şarkılardan zevk almak şöyle dursun, son senelerde artık yazılan ve konuşulan Türkçe’yi de anlamıyordu...”, “Naim Efendi evvela damadı, sonra torunları sayesinde daha nelere alışmıştı...”, “…Biçare adam kızı evlendiği günden beri, aşağı yukarı yirmi senedir, her gün bir eski itiyada veda etmekten ve her gün yeni bir mecburiyete katlanmaktan başka bir şey yapmıyor...”betimlemelerinden anlaşılan Naim Efendi’ye açıkça acımaları pek dikkate almamış. Günersel’in bu tür oyunların uyarlamalarındaki ustalığını bilirim, ama eski dönemden gelen alışkanlıkları, terbiye ve görgüsüyle, yenilikler karşısında Naim Efendi’nin şaşkınlığının, eski-yeni sorunsalının o dönemde yaşayan kişiler üzerindeki etkisinin altını pek çizmemiş gibime geldi. Belki çizmemiş değil, çizmek istememiş, orasını bilemem elbette. Ama yeni devri örnekleyen karakterlerden “züppe“, “…garabet yapan, tatlı su Frenkleriyle düşüp kalkan, yabani ve perişan bir sesle bir takım opera parçaları terennüm eden…” bir kişilik olarak tasvir edilen Servet Bey’i yerli yerine oturtmuş. Servet Bey’i de (her ne kadar Cemil ile Seniha’nın babası olarak biraz genç kalıyorsa da) Tarık Şerbetçioğlu pek isteyerek, yürek koyarak, heyecan duyarak oynayınca, amacına daha bir kolay erişmiş. Servet Bey’in oğlu, Seniha’nın kardeşi Cemil’in (Doğan Alktınel), Beyoğlu gecelerine olan düşkünlüğü, Beyoğlu’nda oturan metresi ve Cemil’in genel davranışının sahnedeki yeriniyse, doğrusu pek tıkız bir biçimde belirlemiş.

GÜNERSEL KARAKTERLERİN ÇİZİMİNDE BAŞARILI

“...Herkesin kendine mahsus bir hayatı vardır. Siz zannediyorsunuz ki, herkes, herkes gibi yaşayabilir. Annem nasıl sizin gibi bu konakta yaşayıp ihtiyarladıysa ben de onun gibi yaşayıp ihtiyarlamaya razı olacağım. Halbuki ben mutlaka kendi hayatımı yaşamak istiyorum...”. Seniha’nın dedesi Naim Efendi’ye, Faik Bey’le (Mert Yavuzcan) olan ilişkisine karışıp, Faik Bey’in babası Ragıp Efendi’yle konuşmaya gittiği için kızgınlığını belirtirken söylediği bu sözlerle, esasında Seniha karakterinin ana hatları çizilirken başarılı olmuş Tarık Günersel. Avrupa’nın şenlik ve aydınlık kentlerinin, Seniha’yı, yani romanın ve de elbette oyunun baş kişisini, büyülü bir surette kendine doğru çekmekte oluşunu; en küçük detayına kadar her tarafını bildiği ve adeta ezberlediği evinden, doğduğu günden beri daima aynı havayı yuta yuta bunaldığını hissettiği bu ülkeden kaçmak; uzaklara, görülmemiş, işitilmemiş yerlere doğru gitmek istemini de iyi aktarmış.

TARIK GÜNERSEL, KİMİ YERLERDE HIZLI MI KONUŞMUŞ

Özemir Abi bilirsin, Seniha’nın kaçmak istediği her şeyi, bunaltıcı ve sıkıcı konağı ve ülkeyi, büyük babası ihtiyar Naim Efendi simgeler. Naim Efendi çok iyi yürekli, sevimli fakat “eski kafalı” bir ihtiyardır. Seniha hayatta en sevdiği varlıktır. Seniha da onu sever, ancak bir yandan da dedesinin onun için düşündüğü hayattan kaçmak istemektedir. Bütün olaylar Seniha ve onun yaptıkları etrafında gelişir. Seniha’nın Faik Bey’le ilişkisi, bu ilişkinin çevrede duyulup ayıplanması, Seniha’nın Avrupa’ya kaçışı, sinir krizleri, Avrupa’da bulunduğu süre içerisinde ondan gelen mektuplar, Naim Efendi’nin torununa para yetiştirme çabaları, Seniha’nın Avrupa’dan dönüşü ve bu dönüşü izleyen olaylar, Seniha’nın gece hayatı ve erkeklerle ilişkileriyle dedesinin bunlara müdahale edemeyip günden güne çöküşünüyse pek bir çabuk anlatmış Tarık Günersel.

Ukalâlık sayma n’olur, bilirsin mutlaka, ama hani anımsatayım istiyorum, romanın ikinci yarısında, yani Seniha’nın Faik Bey’le ilişkisinin noktalanmasından sonra, kuzeni Hakkı Celis (Gökhan Eğilmezbaş) ön plana çıkar. Hakkı Celis, romantik Batılı şairlere tutkun, duyarlı bir gençtir. Seniha’ya da oldum olası aşıktır, onun için şiirler yazmaktadır. Aslında o da “Batı”ya, Batı şairleri yoluyla hayrandır, ancak onun için asıl önemli olan Seniha’dır.

- ...Seniha abla, bizi pişiren ıstıraptır; gezip görmek değildir. Sizden evvel kaç kişi Avrupa’ya gitti geldi. Bunların bazılarının kıyafetlerinde epeyce değişiklik gördüm, fakat ruhlarında ne değişti; bilmiyorum. Bunlar bize oradan, başlarında bir acayip sarhoşluk ve gözlerinde safiyane bir hayretle avdet ettiler. Seniha abla, siz de bunlardan biri misiniz?

- Ooo, daima felsefe! Sen hiçbir zaman hayat adamı olamayacaksın, hiçbir zaman, zavallı Hakkı!

Bunun üzerine genç adam acı acı gülümseyerek yarı ciddi, yarı şaka cevap verdi:

- Öyleyse ölüm adamı olurum.

AÇIK ANLATIMIN YEĞLENMEMESİ “HUSUSU”

Hakkı Celis, bu sözü söyledikten sonra, uzun uzun düşünür. Çanakkale Cephesi’ne giden askerler arasına katılmaya karar verir. Seniha’ya olan aşkı, eski romantizminin anlamsızlığını kavramasıyla bir “memleket aşkı”na dönüşmüştür. Ona göre bu, çok daha anlamlı bir duygudur. Gerçi Seniha, zengin bir diplomatla yapacağı evliliğin bozulmasından hemen sonra, Hakkı Celis’e kendisini gerçekten seven tek kişinin o olduğunu bildiğini söyleyecektir, ancak ertesi gün cepheye gidecek olan genç adam için artık Seniha’nın aşkı çok eskilerde kalmıştır. Yani Hakkı Celis, hâlâ eskiden tanıdığı Seniha’yı sevmektedir, Avrupa’dan döndüğünde bambaşka bir hoppalığa bürünmüş olanı değil. Özdemir Abi, bunlar da, Tarık Günersel’in uyarlamasında bana sorarsan yeteri kadar açık anlatılmamış. Batılılaşma sürecinde özentilik ve aşırılığa kaçıp, bu yozlaşmayı yaşayan karakterlerde hep olumsuz gelişmeler görülmesini, Faik Bey ve Seniha’daki bu kötüye gidiş, bu çöküş, eski değerleri hiçe sayarak bildiklerini okuyan, tutkularının esiri olan batı hayranlarının da ortak çöküşlerini temsil etmesini yeterince verememiş. Yakup Kadri’nin isteği olan, romanda eleştirel boyutta yaklaştığı Doğu-Batı, eski-yeni sorunsallarını ve dönemin yaşayış tarzıyla batılılaşmak adına değerleri yozlaşmış olanları göstermeyi tam anlamıyla aktaramamasının elbette belli nedenleri var. Var olduğuna ben inanıyorum ve az sonra değineceğim. Gene de, karşı olunanın aslında Batı’nın kendisi olmadığını anlatmış. Hakkı Celis’in askere gitmesiyle ilgili bölümlerde çok radikal olmayan milliyetçilik izlerini (eline sağlık) silmiş atmış.

EMMA İLE SENİHA

Özdemir Abi, sana bir şey söyleyeyim mi, Flaubert’in “Emma” karakteriyle Seniha’nın, bir çok, ama pek çok bakımdan benzerlikleri benim “Kiralık Konak”ı lise yıllarımdan bu yana sevmemenin nedenini oluşturmuştur. Her iki karakter de yerlerini yadırgayan, bulundukları yerden bir türlü mutlu olmayan ve sürekli başka bir yerlere gitmek isteyen birer porte çizerler ya! Her ikisini de bulundukları yerde rahatsız eden nedenler benzer nedenlerdir ya! Hep o şatafatlı hayatlara, renkli dünyalara duyulan bir özlemleri vardır ya! İşte bu benzerlikler beni hep rahatsız etmiştir.

BENZERLİĞİN BU KADARINA “OHA OLUYORUM” VALLAHİ

Özdemir Abicim, bir kez daha dikkat ettim de, her iki baş kahramanın başından geçen olaylar ve çevrelerindeki karakterlerin benzerlikleri amma da dikkat çekici haaa! Örneğin Emma sıkıntılar sonunda sinir hastalığına yakalanır ve hava değişikliği tavsiye edilerek kocası Charles tarafından Rouen’a götürülür. Aynı şekilde Seniha da“birbirinden şiddetli iki sinir buhranı” geçirir ve hekimlerin tavsiyesiyle Büyükada’ya, halasının yanına gider. Emma, Vaubyessard şatosunda rastladığı kadınların kendisinden güzel olmadıklarını görür, ancak lüks içinde yaşamalarına ifrit olur. Seniha da, Paris’e gitmek üzere olan Belkıs’ı kıskanır, oysa Belkıs’ın vücudu: “…ne kadar ham ahlat, tavırları ne kadar adî ve giyinişi ne kadar kaba”’dır.

FİZİKSEL TEPKİLER BİLE BENZEŞİYOR BE ÖZDEMİR ABİ

Seniha ve Emma’nın aşık olduklarında gösterdikleri fiziksel tepkiler de birbirine çok benziyor. Örneğin “...Emma zayıfladı, yanakları soldu, siması süzüldü. Siyah çatkıları, iri gözleri, düz burnu, kuş kadar hafif yürüyüşü ve daima sessiz haliyle hayatın üstündeymiş gibi yaşıyor, alnında âdeta ulvî bir kaderin belirsiz izini taşımıyor muydu?” Faik Bey’e duyduğu aşk sonucunda Seniha’da da benzer değişimler gözlenir; “...evvelden rengi yanaklarının uçlarına doğru hafifçe pembe ve şekli değirmiye yakın olan bu yüze sıcak bir solukluk ve narin bir uzunluk geldi. Bakışlarına sert bir süzgünlük ve yürüyüşüne, oturuşuna, kalkışına lâtif bir perişanlık geldi; rüzgârda sallanan dallar gibiydi....” Hatta, iki kadın karakter aşkla ilk olarak doğanın içinde tanışırlar, öyle ki Rodolphe ile Emma ilk kez göl kenarında sevişirlerken, Faik Bey ile Seniha da Büyükada’da deniz kenarında halvet olurlar.

“BU KADARI DA OLAMAZ,” DEME, OLMAZ OLAMAZ

Ya, işte böyle Özdemir Abi, Belki anımsamazsın, ama iki kahramanın etrafındaki karakterler bile benzerlik gösteriyor yahu! Örneğin hem “Madame Bovary”de hem de “Kiralık Konak”ta tek bir kadına aşık iki erkek var. Seniha’ya aşık olan Faik Bey ve Hakkı Celis ile Emma’ya aşık olan Léon ve Rodolphe. Bak sen şu rastlantıya! Amanınnn gııı! Léon ve Hakkı Celis de karakter olarak birbirlerine benzemiyorlar mı sence? Toy, çekingen yapılarıyla kadın kahramanları saf ve masum bir aşkla seviyorlar da seviyorlar. Rodolphe ve Faik Bey ise, pişkin, tutkulu ve maceraperest tipler. Bunun yanı sıra, Emma öldüğünde kocası Charles, Emma’nın aşığı Rodophe ile dost oluyor. Aynı şekilde, Seniha Avrupa’ya kaçtığında da Faik Bey ile Hakkı Celis kardeşleşiyorlar. Gerçi önceleri Hakkı Celis, Faik Bey’den pek hazzetmiyor, onu kıskanıyor, ama ikisinin ortak noktaları olan Seniha’ya duydukları aşk bir şekilde onları bir araya getirmeye yetiyor da artıyor bile.

Bütün bu benzerliklerin yanı sıra, göze çarpan en önemli farklılık, romanların sonunda ölen kişilerde Özdemir Abicim. “Madame Bovary”de Emma ölürken, “Kiralık Konak”ta Seniha değil, Hakkı Celis ölüyor. Seniha ise, yaşamına kaldığı yerden, aynı maskeyle devam ediyor, hatta Hakkı Celis’in öldüğünü öğrendiği eğlence sofrasında aldığı haberden bir an için rahatsızlık duysa da, eğlenmeyi ya da eğleniyor görünmeyi sürdürüyor.

Şimdi bu benzerlikleri ister romanın bütününe mal et, ister etme Özdemir Abi. İstersen: “Yakup Kadri, Seniha karakteriyle, değişen yargı değerlerini, yozlaşmayı, batılılaşmaya çalışırken yitirilen değerleri gözler önüne seriyor,” diye kükre. Benim düşüncem bu, söyleyeceklerim de bu kadar.

KONAĞIN BÜYÜK SALONUNDA YOLLUK

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı “Kiralık Konak”ın dekor tasarımını Atıl Yalkut yapmış, ama görsen : “Keşke yapmasaymış,” dersin. Ayol, koskoca Şehir Tiyatroları deposunda halı mı kalmamıştı da, sıradan bir yolluk kullanmış, şaşmamak şaşırmamak mümkün değil! O arka dekor, o koltuk, o sehpa, o masa… Duygu Türkekul’un kostümleri kötü değil; Hüseyin Tuncel’in müziği de kulağa hoş geliyor; Ersin Aşar’ın efektleri de…Murat Işık’ın ışıkları ise “Eh” düzeyinde. Tarık Günersel, sahne düzenini iyi kurmuş. Trafik aksamıyor.

OYUNCULARI SORACAKSIN, BİLİYORUM

Oyunculara geldiğimde, Gökhan Eğilmezbaş Hakkı Celil’i daha incelikli oynamalı derim ben. “Her kafiye bir söz kalıbına dökülürken, hiçbir ölçüye uymayan: ‘Ani bir hamleyle doğdu bir buse’yi de, daha kalıbında söylemeli,”diye de eklerim. Mert Yavuzcan ve Cem Uras, duyguları ifade etmenin gözlerden sonraki durağının yüz ve mimikler olduğunu öğrenmeliler. Yoksa oyuncu olamazlar. Aslıhan Kandemir’in gövdesi ile ruhu, yetmezmiş gibi bir de iç aksiyonu ile dışa dönük hareketleri arasında uyumsuzluk var. Doğan Altınel ne yapmak istiyor, neyi oynuyor, anlayamadım. Alev Oraloğlu, Polonyalı mürebbiye Madam Kronska’da gövdesini yapaylıklara ve gerilimlere karşı başarıyla uzak tutmakta. Kullandığı Alman ve Fransız lehçeleri de iyi. Yeliz Tozan Uysal, gözümü üzerinden ayırmadığım oyunculardan. Neyyire rolü kısa, ama benim umutlarımı kıvılcımlandırmayı sürdürecek yeterlilikte. Meriç Benlioğlu, son derece zarif ve ekonomik bir Belkıs çizerken; Berrin Koper, Selma Hanım’ın tutkusunun doğasını da, kendisine yol gösterecek yöntemi de iyi biliyor. Bir de bağırma tonunu ayarlayabilse… Naci Taşdöğen, çok sevimli bir Ragıp Efendi olmuş.

BİNNUR İLE TARIK ŞERBETÇİOĞLU’NUN BAŞARILARI

Binnur Şerbetçioğlu, babasıyla kocası arasında gelgitler yaşayan Sakine Hanım’ın ruhsal özüne o kadar derinlemesine inmiş ki, Sakine Hanım’ı işte bu nedenle fevkalade detaylı bir çeşitlilik içinde başarıyla canlandırabiliyor. “Bravo” doğrusu… Zaten, ”Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu” dalında aday gösterildiği, gerek “10. Sadri Alışık Oyuncu Ödülleri”nde, gerekse “2005 – Afife Tiyatro Ödülleri”nde, ödülü burun farkıyla alamayışı benim en iyi doğrulayıcılarım. Zamaneye ayak uyduran, zenginliğin ve paranın fırsatçılığında ruhunu da soyan Servet Bey’de Tarık Şerbetçioğlu, Servet’in varolan olgularını, o olguların sıralanışını ve birbirleriyle olan dışsal ve fiziksel ilişkilerini öylesine titizlikle saptamış ki, alkışı gerçekten hak etmekte. Onun da, yukarıda andığım iki ödülün “Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu” adayları arasında olmamasına hayıflanışım işte bu yüzden Özdemir Abi. “10. Sadri Alışık Oyuncu Ödülleri” seçici kurulunda ben de varım, amaTarık Şerbetçioğlu’nun hakkının yendiğini “aççık seçik” itiraf ediyorum. “10. Sadri Alışık Oyuncu Ödülleri”nde Onur Ödülü”ne değer görülen Toron Karacaoğlu’nu soracak olursan, aynı Toron Karacaoğlu. Aynı titizlik, aynı ciddiyet…

SEVİNÇ ERBULAK FENOMENİ

Sevinç Erbulak’a gelinceee… Sevinç Erbulak, sahne üstündeyken canlandırdığı karakterin bütün arzularını, özlemlerini ve eylemlerini, hareketlerini rol metninin basılı olduğu durağan kağıtlardan değil, gösterimde bulunmayan oyun yazarından da değil, yanı başındaki yönetmenden dahi değil, yaratıcı olarak kendisinden alıyor. Hayatın önüne çıkardığı bütün ‘yüz’lerde aradığını bulamayan Seniha’ya, dışarıda gördüğü peyzaja aldanıp cama toslayan kuşçasına yaklaşıyor. “Kiralık Konak”, esasında Sevinç Erbulak için yepyeni bir aşama olmuş. Daha doğrusu son aşama... Doğal olarak gelecek oyuna kadar…

BU OYUN, ŞERBEÇİOĞLU ÇİFTİ VE ERBULAK İÇİN SEYREDİLİR

Yukarıda andığım yılın iki kurumunun ödülleri arasındaki “Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu” ödülü adayları arasında adına rastladığımda heyecanım bu yüzdendi. Ödüllerden birini Esra Bezan Bilgin’in, diğerini Dolunay Soysert’in alıp gitmesine hiçbir itirazım yok da, ne bileyim, keşke bir üçüncü ödül daha olsaydı diyesim geliyor içimden.

Önümüzdeki sezon, Tarık Şerbetçioğlu’nu, Binnur Şrbetçioğlu’nu, Karacaoğlu’nu, Sevinç Erbulak’ı beraber seyredelim istiyorum Özdemir Abi. Romanı boş ver, bir heyecanı beraber yaşayalım istiyorum.

Yengemi öpüyorum, gözlerinden “bus” ediyorum.

Sağlıcakla kal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder